Ana Sayfa Editörün Seçtikleri Bilim ve İdeoloji: Nazi Almanyası’nda Fizik Örneği

Bilim ve İdeoloji: Nazi Almanyası’nda Fizik Örneği

353
0

Bu makalenin orijinali Philip Ball tarafından kaleme alınmış ve 2017’de Mètode Science Studies Journal dergisinde yayınlanmıştır.

Bilim, siyasetten ve etik meselelerden üstün değildir; aksine, doğası gereği siyasi bir yapıdadır ve etik ikilemler yaratır. 1930’lar ve 1940’lardaki Nazi Almanyası’nda bilim insanlarının eylemleri, bu tür meselelerden kaçınmanın sonuçlarını göstermiştir. 2006’da Hollandalı fizikçi Peter Debye’nin Nazi rejimiyle iş birliği yaptığı iddiası, dönemin bilim insanlarının tutumlarına dair tartışmaları yeniden gündeme getirmiştir. Bu makale, o dönemde yaşananların günümüz bilim-siyaset ilişkisine dair ne söylediğini ele almakta ve bilimin apolitik olduğu yönündeki inanışın, bilimi ahlaki ve siyasi manipülasyona açık hale getirebileceğini savunmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Nazizm, Alman fiziği, Bilim ve Siyaset, Peter Debye.

Bilim insanlarının diğer toplum kesimlerinden daha cesur ya da daha ahlaki olmaları beklenemez. Ancak bilim camiası, kolektif, etik ve gerektiğinde siyasi olarak hareket etme kapasitesini en üst düzeye çıkaracak şekilde örgütlenmelidir. Bu hedef, bilimin kendi doğasının siyasi olduğunu daha açık bir şekilde kabul etmeyi de içermelidir. 

Bilimin ideolojiden bağımsız olması gerektiği sıkça dile getirilir. Bilim insanlarının, hâkim sosyopolitik kaygılardan etkilenmeden bilgi arayışında olmaları ve siyasi görüşlerin çalışmalarına nüfuz etmesine izin vermemeleri gerektiği savunulur. Pek çok bilim insanı, bilime siyasi müdahale olduğunda bunun bilimi, belki de geri dönülemez şekilde, zayıflatacağına inanır. Ancak bu varsayımlar her zaman doğru değildir.

1969’da bilim ve siyaset ilişkisini inceleyen tarihçi Joseph Haberer, “bilimin üstün bir faaliyet biçimi olarak idealleştirilmesi çağdaş bilimsel bilinçte derin bir şekilde kök salmıştır” sonucuna varmıştır (Haberer, 1969). Haberer, bilimin siyasetin üzerinde olması gerektiği inancının, en azından modern bilimin 17. yüzyıldaki doğuşundan bu yana var olduğunu göstermiştir. Bu görüşün yaygınlığını hâlâ koruduğu söylenebilir.

Bilim insanları genellikle teknik konularda gösterdikleri yetkinlikleri, ahlaki, etik ve siyasi konularda da göstermelerinin kendilerinden beklenemeyeceğini savunurlar. Bırakın yaptıkları bilimsel keşiflerin sadece faydalı şekilde kullanılacağına garanti verebilmeyi, bu çalışmaların hangi alanlarda nasıl uygulanacağını dahi önceden kestirmeleri nasıl mümkün olabilir ki? Muhtemel etik dışı uygulamalardan sorumlu tutulurlarsa, aşırı düzenlemelerle kısıtlanmış olmazlar mı? Ya da hukuki açıdan savunmasız hale gelmezler mi? Dahası, zamanlarının büyük bir kısmını bürokrasiye harcamak zorunda kalmazlar mı?

Bilim insanlarının özel bir ahlaki yetkinliğe sahip olmadıkları doğru olsa bile bu ifade bir bakıma kendi kendini gerçekleştiren bir öngörüdür. Çünkü bilimsel eğitim genellikle etik boyutu içermemektedir. İçerse bile vurgulanan noktalar, daha çok mesleki etik kurallarıyla sınırlı kalmaktadır: fikri mülkiyet, atıf kuralları, çalışanlara davranış, çıkar çatışmaları ve usulsüzlük bildirimleri gibi konular ele alınır. Ancak bilim insanlarının daha geniş sorumlulukları da vardır. İkinci Dünya Savaşı sırasında nükleer silahların geliştirilmesi, yeni bir teknolojinin nasıl toplumsal ve siyasi açıdan dönüştürücü, hatta yıkıcı olabileceğini açıkça ortaya koymuştur.

Genetik mühendislik ve nanoteknoloji gibi gelişmeler ışığında, günümüzde yeni teknolojilerin önemli toplumsal ve etik soruları gündeme getirdiğine dair farkındalık artmıştır. Bu tür meselelerin, teknik gelişmelerle paralel olarak hem bilim dünyasında hem de toplum genelinde tartışılması gerektiği kabul edilmektedir. Ancak bu durum, bilim insanlarının teknik danışmanlık rolünün ötesinde bu konularla ilgilenmeye daha istekli olmalarını sağlamamıştır. Yaygın kanaat, bu soruların önemli olduğu kabul edilse de kararın “başkalarına” veya “topluma” bırakılması gerektiğini savunmaktır.

Bununla birlikte, Manhattan Projesi ve ardından gelen nükleer silahlanma yarışı, bilim insanlarının daha geniş bir sorumluluk bilinci geliştirmesinde önemli bir rol oynamıştır. O zamandan beri, çevresel tahribat ve iklim değişikliği, Talidomid felaketi, sigara ve kanser arasındaki bağlantı, genetik mühendisliği, Çernobil, AIDS, embriyo araştırmaları ve sentetik biyoloji gibi pek çok gelişme de bu bilinçlenmeye katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, bilimin hâlâ soyut bir saflık ya da ahlak ve siyasetten bağımsızlık iddiasında ısrar ettiğini söylemek haksızlık olur.

Bilim insanlarının etik sorumluluklarını kabul etmeleri açısından önemli bir gelişme, 1975 yılında Kaliforniya’nın Monterey kentindeki Asilomar Konferans Merkezi’nde gerçekleştirilen bir konferanstır. Bu konferansta, önde gelen biyologlar genetik mühendisliğinin yeni tekniklerini ve bunların doğurabileceği sonuçları tartışmak üzere bir araya gelmiştir. DNA’daki genleri çıkarma ve ekleme yeteneği sağlayan bu yöntemler, günümüzde moleküler biyolojinin en önemli alanlarından biri haline gelmiştir. Bu tür teknikler artık moleküler biyoloji alanındaki baskın tekniklerden biridir; bunlar yalnızca bilimsel araştırma, tarım ve hayvancılık için genetiği değiştirilmiş organizmalar yaratılmasında değil, aynı zamanda gen terapileri, klonlama ve genom profilleme gibi tıp alanındaki gelişmeler için de merkezde yer almaktadır. Konferansa katılan Nobel ödüllü biyokimyacı Paul Berg, “Şimdi geriye dönüp baktığımızda, bu benzersiz konferansın bilim ve bilim politikası tartışmaları açısından olağanüstü bir dönemin başlangıcını işaret ettiğini görüyoruz” demiştir (Berg, 1980).

Asilomar Konferansı, bilim insanlarının sonuçları değerlendirme ve rahatsız edici gerçekleri kabul etme konusundaki istekliliğini göstermiştir. Ancak Berg, bu yaklaşımın günümüzde embriyo araştırmaları ve kök hücre teknolojisi gibi genetik ve biyomedikal araştırmaların ortaya çıkardığı etik sorunlar için yeterli olup olmayacağını sorgulamaktadır. Objektif sağlık risklerini değerlendirmek bile başlı başına zor bir iş iken – özellikle bilinmeyen sonuçlar ve kamuoyunun risk algısındaki belirsizlikler göz önüne alındığında – bilimin, köklü toplumsal ve dini değerlerle karşı karşıya geldiği yerlerde uzlaşma yoluyla bile bir fikir birliğine varılıp varılamayacağı belirsizdir. Böyle durumlarda toplum, birbiriyle uzlaştırılamaz farklı görüşleri bir arada barındırmanın bir yolunu bulmak zorundadır.

Joseph Haberer’in bilim dünyasının siyasi ve ahlaki kavrayışına dair eleştirel değerlendirmesini yapmasının üzerinden henüz kırk yıl geçmiş olsa da, bu süreçte birçok şey değişmiştir. Özellikle çevresel değişim ve salgın hastalıklar gibi küresel krizlerin çözümünde bilimin merkezi bir rol oynadığına dair farkındalık artmıştır. Ancak yine de birçok bilim insanı, kendi alanlarının “apolitik” olduğu ve dünyevi meselelerden etkilenmeyen bir hakikat arayışı olduğu inancına sıkı sıkıya bağlı kalmaktadır. Devletin bilime müdahale etmesi durumunda, bilim insanları hâlâ etkili bir direnç mekanizması geliştirmekte zorlanmaktadır. Bilim insanlarının diğer toplum kesimlerinden daha cesur ya da daha ahlaki olmaları beklenemez. Ancak bilim camiası, kolektif, etik ve gerektiğinde siyasi olarak hareket etme kapasitesini en üst düzeye çıkaracak şekilde örgütlenmelidir. Bu hedef, bilimin kendi doğasının siyasi olduğunu daha açık bir şekilde kabul etmeyi de içermelidir. Haberer’in belirttiği gibi, “bilim pratiği, siyasi düşünce biçimlerini ve siyasi araçları gerektiren sorunlarla doludur” (Haberer, 1969).

Hitler Döneminde Fizik

Dünya son seksen yılda büyük değişimler geçirmiş olsa da, Nazi Almanyası’ndaki fizik biliminin ortaya koyduğu örnekler, günümüzde bilim insanlarının etik sorumlulukları ve mesleki tutumları açısından hâlâ geçerli mesajlar taşımaktadır.

Siyasi katılım eksikliğinin ve etik düşünceden uzak kalmanın sonuçları, Almanya’da Nazi yönetimi öncesinde ve 1933-1945 yılları arasında acı bir şekilde ortaya çıkmıştır (Ball, 2014; Macrakis, 1993; Walker, 1995). Yaygın görüş, çoğu Alman bilim insanının dişlerini sıkarak ve zor koşullar altında ellerinden gelenin en iyisini yaparak araştırmalarına devam ettiği yönündedir. Hatta bazıları, Alman fizikçilerin hükümetle iş birliği yapmaya bilinçli olarak ayak dirediklerini, çalışmalarını yavaşlattıklarını veya hesaplamalarını kasten yanlış yaptıklarını; böylece Hitler’in kitle imha silahlarına sahip olmasını engellediklerini öne sürmüştür (Powers, 2000). Ancak bu anlatı büyük ölçüde bir mittir.

Bu mitin yayılmasının sebeplerinden biri, birçok bilim insanının kendi mesleklerini bu şekilde görmek istemesidir. Bunun yanı sıra, Alman fiziğinin itibarını korumak için bilinçli bir çaba da söz konusudur. Bu mit ile tarihçi Dieter Hoffmann’ın “aklama formülü” olarak adlandırdığı yöntem kullanılarak (Hoffmann, 2005), Alman fizikçilerinin Nazi rejimi altındaki tutumlarını olumlu göstermek için sistematik bir anlatı oluşturulmuştur (Rammer, 2012). Alman fizik camiasının Nazi yönetimine karşı nasıl bir tutum sergilediği konusundaki tartışmalar günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bu tartışma, 1998’de Michael Frayn’ın Copenhagen adlı tiyatro oyunuyla yeniden alevlenmiştir. Oyun, 1943’te Nazi işgali altındaki Danimarka’da, Alman devletinin kültürel elçisi olarak gelen Werner Heisenberg ile eski hocası Niels Bohr arasındaki görüşmeleri ele almıştır. Bir diğer tartışma ise 2006 yılında, Hollandalı fizikçi ve Nobel ödüllü Peter Debye’nin Nazi rejimiyle iş birliği yapmakla suçlanmasıyla patlak vermiştir (Rispens, 2006). Bu suçlama, Debye’nin adının Hollanda’da bir üniversite enstitüsünden ve bilimsel bir ödülden geçici olarak kaldırılmasına yol açmıştır (Eickhoff, 2008).

Alman fizik camiasının Nazi yönetimine karşı nasıl bir tutum sergilediği konusundaki tartışmalar günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bu tartışma, 1998’de Michael Frayn’ın Copenhagen adlı tiyatro oyunuyla yeniden alevlenmiştir. Oyun, 1943’te Nazi işgali altındaki Danimarka’da, Alman devletinin kültürel elçisi olarak gelen Werner Heisenberg ile eski hocası Niels Bohr arasındaki görüşmeleri ele almıştır. Görsellerde, oyunun prömiyerine ait orijinal afiş ve 2013'teki bir temsilden bir fotoğraf yer alıyor.

Görsel kaynağı: Royal National Theatre, London

Alman fizik camiasının Nazi yönetimine karşı nasıl bir tutum sergilediği konusundaki tartışmalar günümüzde hâlâ devam etmektedir. Bu tartışma, 1998’de Michael Frayn’ın Copenhagen adlı tiyatro oyunuyla yeniden alevlenmiştir. Oyun, 1943’te Nazi işgali altındaki Danimarka’da, Alman devletinin kültürel elçisi olarak gelen Werner Heisenberg ile eski hocası Niels Bohr arasındaki görüşmeleri ele almıştır. Görsellerde, oyunun prömiyerine ait orijinal afiş ve 2013’teki bir temsilden bir fotoğraf yer alıyor.

Görsel kaynağı: Royal National Theatre, London

Bu bilim insanları, Alman Nasyonal Sosyalistlerinin totaliter ve antisemitik politikalarına karşı ciddi bir direnç göstermişler midir? Yoksa aksine, rejime uyum mu sağlamışlardır? Bilim, Nazi yönetimi tarafından ele geçirilmiş ve zayıflatılmış mıdır? Bu sorular, Alman fizikçileri “iyi” ve “kötü” olarak kategorize ederek yanıtlanamaz. Nazi Almanyası’nda kalmak, bir şekilde taviz vermeyi gerektiriyordu ve bilim insanlarının büyük çoğunluğu, iş birliği ile direnç arasında kalan gri bir alanda yer alıyordu. 

Bugünden bakarak bireyleri yargılamak veya aklamak yerine, bilim topluluğunun aşırı baskı altındaki koşullarda nasıl hareket ettiğini değerlendirmek daha faydalı olacaktır. Bu gibi uç durumlar karşısında, bilimin siyasete nasıl tepki verdiğine dair genel geçer çıkarımlar yapmakta dikkatli olunmalıdır. Ancak, geçmişten ders almak istiyorsak bu tür genellemeler yapmak zorundayız. İçinde bulunulan koşulların vahameti, aslında bilim camiasında halihazırda var olan eğilimleri daha belirgin hale getirmiştir. Bunlardan bazıları Alman toplumunun genelinde görülen eğilimlerle örtüşürken, bazıları ise bilime özgüdür. Dünya son seksen yılda büyük değişimler geçirmiş olsa da, Nazi Almanyası’ndaki fizik biliminin ortaya koyduğu örnekler, günümüzde bilim insanlarının etik sorumlulukları ve mesleki tutumları açısından hâlâ geçerli mesajlar taşımaktadır.


Aryan Fiziği ve Aryan Olmayanların Kovulması

Max Planck, Alman biliminin önemli enstitülerini yöneten Kaiser Wilhelm Topluluğu'nun (KWS) başkanıydı. 1933 Nisan'ında Yahudilerin ve politik muhaliflerin iktidar ve etki alanlarından uzaklaştırılmasına yönelik Kamu Görevlisi Yasası'nın duyurulduğunda tatildeydi ve tatilini yarıda bırakıp bu yasanın sonuçlarıyla ilgilenme gereği hissetmedi. Bu, kayıtsızlık değil, Nazi programının doğasına dair ciddi bir yanlış anlamaydı.

Max Planck, Alman biliminin önemli enstitülerini yöneten Kaiser Wilhelm Topluluğu’nun (KWS) başkanıydı. 1933 Nisan’ında Yahudilerin ve politik muhaliflerin iktidar ve etki alanlarından uzaklaştırılmasına yönelik Kamu Görevlisi Yasası’nın duyurulduğunda tatildeydi ve tatilini yarıda bırakıp bu yasanın sonuçlarıyla ilgilenme gereği hissetmedi. Bu, kayıtsızlık değil, Nazi programının doğasına dair ciddi bir yanlış anlamaydı.

Görsel: Max Planck Gesellschaft, Berlin-Dahlem Arşivi, 1936.

Antisemitizm, Nazi dönemi öncesinde Almanya’da uzun bir süredir mevcuttu. Fizik alanında ise, 1905 yılında katot ışınları üzerine yaptığı çalışmalarıyla Nobel Ödülü’nü kazanan Philipp Lenard tarafından dile getirildi. Bu çalışmalarıyla bağlantılı olarak, Lenard fotoelektrik etkisini inceliyordu (metal yüzeylerin üzerine ultraviyole ışık tutarak yüzeyden elektron sökülmesi olayı) ve 1905’te Einstein, bu etkinin bazı yönlerini Max Planck’ın kuantum hipotezi ile açıklayınca, Lenard bulgularının çalındığını düşündü. 1921’de Einstein’ın fotoelektrik olay üzerine yaptığı çalışmalarla Nobel Fizik Ödülü’nü almasıyla, kini daha da derinleşti. Rölativite ve kuantum teorisiyle başa çıkacak matematiksel altyapıya sahip olmayan Lenard, her iki teorinin de yanlış olduğunu ve bu teorilerin yaygın kabul ve takdirinin, Yahudi yanlısı bir komployu yansıttığını düşündü (Beyerchen, 1977).

Lenard, Einstein’a antisemitik bir şekilde yaklaşan tek bilim insanı değildi. 1919 Nobel Fizik Ödülü sahibi Johannes Stark, son zamanlarda fiziğe dahil olan matematiksel karmaşıklık nedeniyle kafa karışıklığına uğramış ve öfkelenmişti. Tıpkı Lenard gibi Stark da, Birinci Dünya Savaşının etkisiyle sağcı görüşleri ön plana çıkmış aşırı milliyetçi biriydi ve bu durum Stark ve Lenard’ı ortak bir zeminde buluşturdu. Mayıs 1924’te, “Hitler ruhu ve bilim” başlıklı bir makale yazdılar ve Nazi liderine destek verdiklerini açıkladılar (Mosse, 1966). Lenard ve Stark, Einstein ve destekçilerinin “Yahudi fiziği”ne karşı “Aryan fiziği”ni (Deutsche physik) önerdiler.

Adolf Hitler, Ocak 1933’ün sonunda hükümet başkanı (Reichschancellor) olarak atandı. Kısa süre sonra Almanya bir diktatörlük haline geldi; Hitler, kişisel özgürlükleri askıya aldı ve basına sansür uyguladı. Mart ayında, Nazi hükümetinin kabul ettiği yasa ile Hitler’e meclisin (Reichstag) onayı olmadan yasa çıkarma ve hatta Anayasayı çiğneme yetkisi verildi. Nisan ayında çıkarılan “Kamu Görevlisi Yasası” ise, Yahudileri ve muhalifleri iktidar noktalarından ve etki alanlarından kovdu. 

1930’lar Almanya’sında, sözde “Yahudi meselesi” temel insan hakları meselesi olarak görülmüyordu; bu, siyasi bir meseleydi ve bu nedenle akademisyenleri ilgilendiren bir konu değildi. Yahudilere kötü davranılmasını eleştirebilirlerdi ve pek çoğu bunu yaptı ama bu konuda konuşma ya da harekete geçme zorunluluğu hissetmiyorlardı.

Bu nedenle, yeni yasalardan doğrudan etkilenmeyen fizikçiler arasından öne çıkan istifalar olmadı. İnsanlar, istifanın ne işe yarayacağını sorguluyordu. Bunun sadece Alman fiziğini daha da zayıflatacağını, başka bir şeyi değiştirmeyeceğini düşünüyorlardı. Bazı Alman bilim insanları, Yahudilerin dışlanmasına dair endişelerini dile getirmeye cesaret ettiğinde, bu endişelerin Alman bilimine vereceği zararlardan bahsediliyordu. Birçok kişi, Nazi yönetiminin sert yönlerinin yumuşayacağına ya da Hitler’in kısa süre içinde iktidardan düşeceğine inanıyordu. En iyi seçenek, sessiz kalıp fırtınayı atlatmak gibi görünüyordu. Almanya’daki pek çok enstitütünün yönetiminden sorumlu Kaiser Wilhelm Topluluğu’nun (KWS) başkanı Max Planck, Kamu Görevlisi Yasası çıktığında Sicilya’da tatildeydi ve tatilini yarıda bırakıp bu yasanın sonuçlarıyla ilgilenme gereği hissetmedi. Bu, kayıtsızlık değil, Nazi programının doğasına dair ciddi bir yanlış anlamaydı (Heilbron, 2000).

Planck, devlete koşulsuz itaat etmenin öğretildiği bir ortamda yetişmişti ve devletin yozlaştığını fark ettiğinde ne yapacağını bilmez haldeydi. Onun bu durumu, hakir olmaktan ziyade trajiktir (Heilbron, 2000).

Hitler’in seçilmesinden sonra Johannes Stark, Almanya’nın prestijli enstitülerinden Alman Reich Fizik ve Teknoloji Enstitüsü’nün (PTR) başkanı oldu. Stark, PTR’nin bundan böyle tüm Alman bilimsel dergilerinin yönetimini ele aldığını açıkladı. Nazi hükümetinin hayatın her alanında görmek istediği “Führer İlkesi”ni uygulamaya başladı ve Yahudi üyeleri danışma komitesinden kovdu. Ancak Stark ve Lenard, meslektaşlarının yeni rejimi kabul etmekte yavaş davranmalarından dolayı öfkeliydi; özellikle de KWS’nin, üyelerini kovma konusunda yeterince hızlı hareket etmediğini düşünüyorlardı. KWS, gerçekten de siyasi müdahaleye karşı direnmenin yollarını aradı. Max Planck, 1936’da ikinci görev süresi sona erdikten sonra başkanlıktan emekli olduğunda, senato onun yerine sanayici ve Nobel Kimya Ödüllü Carl Bosch’u seçti; Bosch’un, akademisyen olmaması sebebiyle siyasi baskılara karşı daha dayanıklı olacağı düşünülmüştü. Ancak Reich Eğitim Bakanlığı, Nazi yetkilisi Ernst Telschow’u KWS’nin sekreteri olarak atadı. KWS savaş öncesi dönemde tam anlamıyla Nazileşmemiş olsa da, hükümetin isteklerine karşı etkin bir direnç gösteremedi. 1937’de kalan Yahudi üyeler de kovuldu.


Fiziğin Beyaz Yahudileri

Savaş sonrası, Werner Heisenberg kendisinin Nazilere karşı gizli bir muhalif olduğunu iddia etti. Nazi dönemindeki tepkisizliğinin ve rejime uyumunun, etkili olabilecek tek aktif direniş biçimi olduğu konusunda ısrar etti.

Savaş sonrası, Werner Heisenberg kendisinin Nazilere karşı gizli bir muhalif olduğunu iddia etti. Nazi dönemindeki tepkisizliğinin ve rejime uyumunun, etkili olabilecek tek aktif direniş biçimi olduğu konusunda ısrar etti.

Görsel: Max Planck Gesellschaft, Berlin-Dahlem Arşivi, 1934.

Deutsche Physik (Alman Fiziği) hareketinden en çok etkilenen fizikçilerden biri Werner Heisenberg’di. Philipp Lenard ve Johannes Stark gibi Nazi yanlısı fizikçilerin başını çektiği bu hareket, Einstein’ın Rölativite Teorisi gibi “Yahudi bilimi” olarak damgalanan teorilere karşı çıkıyordu. Stark, Heisenberg’e özellikle kızgındı çünkü Heisenberg Kasım 1933’te Leipzig’de düzenlenen Ulusal Sosyalist Öğretmenler Birliği mitingine katılmayı reddetmişti. Eylül 1934’te Hannover’de düzenlenen Alman Bilim İnsanları ve Hekimler Derneği toplantısında Heisenberg, Stark’ın Rölativite ve Kuantum Teorilerine yönelik spekülatif oldukları yönündeki suçlamalarına karşı bu teorileri savundu; hatta Einstein’ın ismini anarak resmî bir kınama aldı.

Aralık 1935’te Heidelberg’de yaptığı bir konuşmada Stark, Heisenberg’i “Einstein ruhunun ruhu” olarak nitelendirdi (Cassidy, 2009). Bu konuşma, Parti’nin aylık dergisi Nationalsozialistische Monatshefte’nin Ocak sayısında yayımlandı. Sonrasında, Temmuz ayında Stark, SS’nin (Schutzstaffel, Nazi Almanya’sında paramiliter bir örgüt) çıkardığı Das Schwarze Korps dergisinde Heisenberg, Planck ve Sommerfeld gibi diğer fizikçileri hedef alan bir yazı yayımladı. Bu kişiler Yahudi olmamalarına rağmen “Yahudi komplosuna” ortak olmakla suçlandılar. Stark, bu kişileri “Beyaz Yahudiler” olarak adlandırdı; bu terim, onları doğrudan Yahudilere yapılan hakaretlerin hedefi haline getirmek amacıyla kullanılmıştı.

Nazi Almanyası’nda itibarını korumak için umutsuz bir çabaya giren Heisenberg, doğrudan Heinrich Himmler’e başvurarak “onurunun” kurtarılmasını istedi. Himmler, Heisenberg’in kişiliği hakkında bir soruşturma başlattı; Gestapo ve SS, Heisenberg’in evini dinledi, derslerine ajan yerleştirdi ve kendisini defalarca sorguya çekti.

Bu yorucu ve korkutucu süreç sonunda Heisenberg’i temize çıkaran bir rapor hazırlandı. Raporda, Heisenberg “apolitik”, Nazi rejimine karşı temelde olumlu yaklaşan ve vatansever bir bilim insanı olarak tanıtıldı. Temmuz 1938’de Himmler, Heisenberg’e bir mektup yazarak, Das Schwarze Korps’ta çıkan saldırıyı onaylamadığını ve ona yönelik yeni bir saldırıya izin vermeyeceğini bildirdi (Cassidy, 2009). Ancak, Heisenberg’e bir daha Einstein’ın adını anmamasını da tavsiye etti.

Heisenberg bu tavsiyeye uydu: 1943’te bir Nazi dergisinde yayımlanan yazısında, Einstein’ın buluşlarını kabul etti ama bunların başka şekillerde de bulunabileceğini ima etti. Heisenberg’in biyografi yazarı David Cassidy, Heisenberg’in Alman fiziğinin itibarının tamamen kendi omuzlarında olduğuna inandığını belirtiyor. Cassidy’e göre, “Heisenberg, Almanya’da kalmak için böylesine yüceltilmiş bir gerekçeye inanarak, rejime karşı daha fazla taviz vermeye ve yaranmaya daha kolay boyun eğdi” (Cassidy, 2009).

Heisenberg, bilimi ahlaki ikilemlerden kaçış olarak gördü; “para siyaseti” olarak tanımladığı şeylerle sarsılmayan daha yüksek bir düzlem olarak. Savaş sonrası dönemde, kendisini Nazilere karşı örtülü bir muhalif olarak sundu. Örneğin, Hollandalı Yahudi sürgün fizikçi Samuel Goudsmit’e şöyle dedi: “Biliyordum ki… eğer biz Almanlar bu sistemi içeriden baltalamaz ve sonunda ortadan kaldıramazsak, Almanya’da ve diğer ülkelerde milyonlarca masum insanın hayatına mal olacak büyük bir felaket patlak verecekti” (Heisenberg, 1948). Nazi dönemindeki tepkisizliğinin ve rejime uyumunun, etkili olabilecek tek aktif direniş biçimi olduğu konusunda ısrar etti. Goudsmit ise haklı bir şekilde Alman fizikçilerin, hizmet ettikleri rejimin ahlaki yönü konusunda büyük ölçüde sessiz kaldıklarını belirtti.

PETER DEBYE VAKASI

Duruma pasif bir şekilde uyum sağlamakla iş birliği arasındaki sınırın nerede çizileceği sorusu, Hollandalı fizikçi Peter Debye vakasında daha da karmaşık bir hâl almaktadır.

1936 Nobel Kimya Ödüllü Debye, kariyerinin büyük kısmını Almanya’da geçirmiş ve ülkenin en güçlü bilim insanlarından biri hâline gelmiştir (Ball, 2014; Eickhoff, 2008; Hoffmann & Walker, 2011). Debye, hem deneysel ve hem de kuramsal fizik alanlarında yetkinliğe sahip olması bakımından sıra dışı bir fizikçidir. Özellikle, atomların ve moleküllerin elektrik alanlar ve elektromanyetik radyasyonla etkileşimleri konusundaki çalışmalarıyla tanınır. 

Naziler iktidara geldiğinde, Debye de Heisenberg gibi Leipzig Üniversitesi’nde görevliydi. Ancak 1934’te Max Planck, onu Rockefeller Vakfı’nın desteğiyle Berlin’de kurulan yeni Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’nün (KWIP) direktörlüğüne atadı.

1937 sonbaharında Debye, Alman Fizik Derneği’nin (DPG) başkanlığına seçildi. Bu kurum, o dönemde Almanya’daki resmi kuruluşlar arasında hâlâ Yahudi üyeleri katı şekilde dışlamamış birkaç kuruluştan biriydi. Gerçi çoğu Yahudi üye çoktan istifa etmişti ve bu aşamada çok azı kalmıştı. Ancak hükümet yetkilileri, kalanların da uzaklaştırılması gerektiğini açıkça bildirdi. Debye, eğer bu emre uymazsa DPG’nin Naziler tarafından ele geçirilebileceğini fark etti. Aralık 1937’de dernek üyelerine gönderdiği bir mektupta, Nazi yasalarına göre Yahudi sayılanların üyelikten çekilmelerini istedi.

Bu durum, zaman zaman ileri sürüldüğü gibi doğrudan bir iş birliği kanıtı değildir. DPG bu adımı gönüllü olarak atmasaydı, büyük olasılıkla zorla yaptırılacak ve Debye’nin yerine daha uyumlu biri atanacaktı. Debye’nin meslektaşları arasında hâkim olan görüş, istifanın etkisiz bir teslimiyet ve korkaklık örneği olduğuydu. Bununla birlikte, görevde kalmanın pratikte ne kazandırdığı ya da ahlaken neyi kaybettirdiği üzerinde ciddi şekilde duran olmamıştı.

1934’te, Max Planck, Peter Debye’yi yeni Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’nün müdürü olarak atadı, bu enstitü Berlin’de, Amerika’daki hayır kurumlarından olan Rockefeller Vakfı’nın finansmanıyla inşa edilmişti.

1934’te, Max Planck, Peter Debye’yi yeni Kaiser Wilhelm Fizik Enstitüsü’nün müdürü olarak atadı, bu enstitü Berlin’de, Amerika’daki hayır kurumlarından olan Rockefeller Vakfı’nın finansmanıyla inşa edilmişti.

Görsel: Max Planck Gesellschaft, Berlin-Dahlem Arşivi.

Ancak müdahaleler burada da bitmedi. 1938 sonlarında, Berlin’deki Kaiser Wilhelm Kimya Enstitüsü’nün direktörü Otto Hahn ve yardımcısı Fritz Strassmann, Uranyumda nükleer fisyon için deneysel kanıtlar elde ettiler. Bu bulgular, o yılın Temmuz ayında İsveç’e kaçan Lise Meitner tarafından açıklandı. Uranyumun çok büyük miktarda enerji sağlayabileceği hemen anlaşıldı; bu enerji kontrollü şekilde açığa çıkarılarak onunla güç üretilebilir ya da kontrolsüz biçimde salınıp bir bomba olarak büyük yıkıma neden olabilirdi. Nazi yetkilileri bilgilendirildiğinde, KWIP’in nükleer enerji araştırmalarına tahsis edilmesine karar verildi. Avrupa’da savaş artık kaçınılmaz görünüyordu ve bu kadar hassas bir projeyi bir yabancıya emanet etmek mümkün değildi. Bu nedenle, Britanya’nın Almanya’ya savaş ilan etmesinden iki hafta sonra, Debye’ye ya Hollanda vatandaşlığından vazgeçerek Alman olması ya da istifa etmesi gerektiğini bildiren bir mektup gönderildi.

Debye, bunun üzerine altı aylık bir izin pazarlığı yaptı ve bu süre zarfında Amerika’daki Cornell Üniversitesi’nde bir dizi konferans vermeyi kabul etti. 1940 yılının Ocak ayı başlarında Avrupa’dan ayrıldı.

Amerika’da Debye Rockefeller Vakfı yetkililerine KWIP’te planlanan nükleer araştırmalardan bahsetti. Sonradan bu bilgilerin, Einstein ve Leo Szilard’ın Başkan Roosevelt’e nükleer enerjinin serbest bırakılması hakkında, sonradan Manhattan Projesi’ne dönüşecek olan çok büyük çaplı bir araştırma projesi önermesinde etkili olduğu düşünülür. Debye’nin bu projede resmî güvenlik onayı alması mümkün olmadı, ancak yapay kauçuk ve radar malzemeleri üzerine savaş araştırmaları yürüttü. Debye, savaştan sonra görevine geri dönme olasılığını açık tutmak ister gibi, bir süre Berlin’deki yetkililerle yazışmaya devam etti. Debye’nin bu yaklaşımının bir nedeni de, Berlin’deki direktörlük konutunda kalan kızı ve baldızı olabilir. Ancak sonunda Debye, ABD vatandaşı oldu ve Berlin’e dönmedi. Bu bir fırsatçılık mıydı? Yoksa Nazi rejimini kesin biçimde reddettiğini mi gösteriyordu? Yaşamı boyunca bu sorular pek gündeme gelmedi ve kendisi de bunları tartışmadı. Ancak Almanya’dan kaçışı, bazı biyografik anlatımlarda öne sürüldüğü gibi Nazi politikalarından duyduğu nefretle değil, Hollanda vatandaşlığını bırakması yönündeki talep nedeniyle gerçekleşmişti. Eğer Naziler, bir fizik enstitüsünün başında bir yabancıya tahammül etmeye hazır olsalardı, Debye’nin ne yapacağına dair kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ailesi onun Almanya’yı terk etmeye karar vermiş olduğunu iddia etmektedir; ancak 1939 Eylül’ünde bu ültimatomu alana kadar bu yönde bir hazırlık yaptığına dair bir kanıt yoktur.

Debye’nin zor bir tercih ile karşı karşıya olduğu açıktır. Ancak kararlarını en çok etkileyen neydi? 1939 itibariyle iyice barbarlaşmış bir rejimin adaletsizlikleri ve ahlaki çöküşü mü? Ailesinin güvenliği mi? Yoksa 1937’de söylediği “Her zaman kendime fiziğe en faydalı şekilde nasıl katkı sağlayabilirim diye sorarım. Bu benim için birinci önceliktir, diğer kişisel hususlar daha ikincil bir rol oynar.” cümlesi mi yol gösterici oldu? (Van Ginkel, 2006)

O dönemde, özellikle Almanya’da, yalnızca bilim uğruna yaşamak ve çalışmak, politik dünyanın karmaşasından ve ikilemlerinden uzak durmak son derece erdemli bir davranış olarak görülüyordu. Debye, Almanya’dan ayrılmadan hemen önce, Aralık 1939’da hocası Arnold Sommerfeld’e yazdığı bir mektupta şu ifadeyi kullanmıştı: “Umutsuzluğa kapılmamak ve önünden geçen iyiliği yakalamaya hazır olmak, kötülüğe ise yalnızca kaçınılmaz olduğu ölçüde yer vermek… Bu, şimdiye dek çokça başvurduğum bir ilkedir.” (Van Ginkel, 2006)

Bu sözler, bir yandan iyimser kalma ve mümkün olduğunca olumlu katkılar sunma niyetini, diğer yandan hiçbir şeyi değiştirmeye ya da sorgulamaya yanaşmadan sadece fırsatları değerlendirme yaklaşımını işaret ediyor olabilir. Hangisi doğru? Debye’nin bunu düşündüğüne dair bir işaret yoktur. Belki de bu sözler, ancak koşullar elverdiği sürece işe yarayacak yüzeysel bir iyimserliğin ifadesidir. Nazi Almanyası’nda Debye, muhtemelen ahlaki derinlikten yoksundu.

Bilim İnsanları Özel Midir?

Çoğu bilim insanı, Nasyonal Sosyalist Almanya’ya, iş birliği yaparak değil, kaçamak cevaplar, yanılgılar ve oyalamalar yoluyla uyum sağladı.

Debye, “olağanüstü koşullarda sıradan bir adam” olarak adlandırılırdı (Hoffmann & Walker, 2006). Bu ifade her ne kadar bazı basit zayıflıkları genelleştirme riski taşıyor olsa da, Debye’nin başarısızlıklarında özellikle öfke uyandıracak bir durum olmadığı için ifadenin de yanlış olmadığı kabul edilebilir. Debye’nin ara sıra kendi çıkarlarını gözetmesi ve kimi zaman ahlaki olaylara duyarsızlığı, Heisenberg’in güvensizliği ve bencilliği, Planck’ın tereddütleri ve yanlış anlaşılmış sorumluluk anlayışı – bunların hiçbiri büyük karakter zaafları değildir. Bu zaaflar, daha farklı koşullar altında, özünde düzgün bir insanın küçük kusurları olarak görülebilirdi. 

Esas soru, Planck, Heisenberg ve Debye’den, yalnızca bilim insanı olmalarından ötürü onların uzlaşmacı, duraksayan ve ikircikli ahlaki duruşlarından daha fazlasını beklemek için herhangi bir neden olup olmadığıdır. Alman Fizik topluluğunun önde gelen üyeleri olarak konumları, onlara, başkalarına yüklenebilecek olandan daha talepkar yükümlülükler ve beklentiler mi yaratmıştı?

Yine de, etik soruları görmezden gelmek pasif değil aktif bir tutumdu. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde Alman bilim insanları, mesleklerini layıkıyla yerine getirmek için “apolitik” bir geri çekilme ile yalnızca mantık, soyutlama ve “hakikat” alanlarında kalmaları gerektiğine yaygın olarak inanıyorlardı. Einstein, dünyevi meselelerle ilgilendiği için, bazen çalışmalarına saygı gösteren kişiler tarafından bile “bilimi politik hale getirmekle” suçlanmıştı. Bu kanaat günümüzde bile bazı araştırmacılar arasında görülebilir. Bilim insanları, kendi fikirlerini değil gerçeği savundukları için övünürler ve hatta bazıları bilimsel keşiflerin saflığı ile bunların uygulamadaki kirli gerçeklikleri arasındaki ayrımda ısrar ederler. 

Ancak, bu tür bir tutumun naifliği Nazi Almanyası’nda ortaya çıkmıştır. Bu “apolitik” duruş bilim insanlarını siyasi manipülasyonlara karşı savunmasız bırakmıştır. Dahası bu duruş, nükleer enerjiyi rejimden para koparmak için yem olarak kullanan bilim insanlarının bir maskesi haline gelmiştir. Yine de savaşın sonuna kadar bomba yapımını bitirmeleri için gereken parayı rejimden almayı başaramadılar. Ancak bunun esas nedeni bombayı gerçekten yapabileceklerine dair inandırıcı bir tavır sergileyememeleri ve başarısızlık riskine girmek istememeleriydi. Böylece Manhattan Projesine aktarılan kadar bütçe Alman roket programına tahsil edildi. 

Çoğu bilim insanı, Nasyonal Sosyalist Almanya’ya, iş birliği yaparak değil, kaçamak cevaplar, yanılgılar ve oyalamalar yoluyla uyum sağladı. Vizyonları çok dar, standartları çok muhafazakardı. Asıl mesele körü körüne benimsedikleri lüzumsuz görev anlayışı değil, “bilime hizmet etme” gibi bir fikri daha büyük sorumlulukları reddetmenin bir yolu olarak aktif bir şekilde inşa etmeleriydi. Bu şekilde, pek çok Alman bilim insanı mesleklerinde toplumsal adalet ve dürüstlükle ilgili sorumluluklardan kaçmanın bir yolunu bulmuş oldular.

Sonuçlar: Bilim ve Demokrasi

Daha geniş tarihsel bağlamda ele alındığında, Nazi dönemi Almanya’sındaki Alman fizikçilerin davranışı, olağanüstü koşullardan kaynaklı bir yanlış yola sapma değil, bilim ile siyasetin nasıl etkileşime girdiğine dair oldukça tipik bir örnektir. Alman Nasyonal Sosyalizmi modern dünyadaki tüm otoriter rejimler için bir örnek teşkil etmese de, onun himayesinde bilimin uğradığı akıbet, araştırma ile siyasi demokrasi arasındaki ilişkiye dair bazı ön kabulleri sorgulamaya açmaktadır. Pek çok batılı bilim insanı, bilimin ancak tamamen özgür bir toplumda gerçekten gelişebileceği fikrine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu tutum gereğinden fazla kendine güvenen bir yaklaşımdır. Baskıcı rejimlerin, yıkıcı silahlar ve diğer istenmeyen teknolojileri geliştirmek için gerekli olan teknik uzmanlığı teşvik edebileceğine dair bolca kanıt vardır (Walker, 2003). Nazi yönetimindeki Alman bilim insanları, canlı ve verimli bilimsel çalışmalar yapma konusunda tamamen yetkinlerdi – tıpkı Sovyetler Birliği’ndeki devlet baskısının çok daha aşırı olduğu, Soğuk Savaş’ın zirveye ulaştığı dönemde, Sovyet bilim insanlarının yenilikçi ve etkili bilimsel araştırmalar yapabilmeleri gibi. En fanatik rejimler hariç, hemen hemen her rejim, bilimin önemini kabul eder ve Nazi’ler gibi, ideolojik hedeflerini pragmatik hedefler için feda etmeye hazır olur. Bilim ile matematiğin doğası gereği demokratik olduğu fikrine karşı çıkan tarihçi Herbert Mehrtens, “Bilim ve matematik, varlıklarını koruma şansı olduğu sürece, siyasi ve sosyal değişimlere uyum sağlayacaktır” ve “matematik ve diğer tüm bilimlerin, mükemmel bir teknokratik faşizm ortağı bulmaması için” hiçbir neden yoktur diye savunmaktadır (Renneburg & Walker, 1994).

Bilime yönelik siyasi müdahale yalnızca diktatörlüklerde gerçekleşmez. Demokratik yolla seçilmiş politikacıların da bilimin özerkliğine, otoritesine, bütünlüğüne ve geçerliliğine karşı çıktığı olmuştur. Bunlar bilim insanlarının rahatsız edici tavsiyelerini görmezden gelmenin bazen faydalı olduğunu düşünmekle kalmazlar, aynı zamanda kanıtları manipüle etmekte de bir sakınca görmezler: 2007 yılında, ABD Temsilciler Meclisi Denetim ve Hükümet Reformu Komitesi, George W. Bush yönetiminin iklim değişikliği bilimi üzerinde sistematik bir manipülasyon çabası içerdiğini ve politika yapıcıları ve halkı yanıltmak amacıyla hareket ettiğini ortaya koymuştur (ABD Temsilciler Meclisi Denetim ve Hükümet Reformu Komitesi, 2007). Demokrasinin, böyle müdahalelere karşı korunmak için en-az-kötü siyasi sistem olduğu fikri  makul bir şekilde savunulabilir. Ancak demokrasinin iyi bilimi garanti ettiği, totaliterliğin ise bunu imkansız kıldığı varsayımı, tarihte fazla destek bulmamaktadır.

Yazar: Philip Ball

Philip Ball, Nature dergisinde editörlük yapmıştır ve bilim ile geniş kültür arasındaki etkileşimler üzerine birçok kitabı bulunmaktadır. Bu kitaplardan biri de Serving the Reich: The Struggle for the Soul of Physics under Hitler (2014) adlı eseridir.

Çeviri: Arda Arpacı, Özlem Bayal, Büşra Özer, Özlem Salehi, Cumali Yaşar
Redakte: Saba Arife Bozpolat, Batuhan Işık, Ali İmran Tüzün, Saim Egemen Yücel

Referanslar

Ball, P. (2014). Serving the Reich. London: Bodley Head.
Berg, P. (1980). Asilomar and recombinant DNA. Nobel Lecture. Retrieved, from www.nobelprize.org/nobel_prizes/chemistry/laureates/1980/berg-article.html
Beyerchen, A. D. (1977). Scientists under Hitler: Politics and the physics community in the Third Reich. New Haven: Yale University Press.
Cassidy, D. C. (2009). Beyond uncertainty: Heisenberg, quantum physics, and the bomb. New York: Bellevue Literary Press.
Eickhoff, M. (2008). In the name of science? P. J. W. Debye and his career in Nazi Germany. Amsterdam: Aksant.
Goudsmit, S. (1948, 20 September). Letter to W. Heisenberg (box 10, folder 95). Samuel Goudsmit Papers, American Institute of Physics.
Haberer, J. (1969). Politics and the community of science. New York: Van Nostrand Reinhold.
Heilbron, J. L. (2000). The dilemmas of an upright man: Max Planck and the fortunes of German science. Cambridge, MA: Harvard University
Press.
Heisenberg, W. (1948, 5 January). Letter to S. Goudsmit (box 10, folder 95). Samuel Goudsmit Papers, American Institute of Physics.
Hoffmann, D. (2005). Between autonomy and accommodation: The German Physical Society during the Third Reich. Physics in Perspective, 7(3), 293–329. doi: 10.1007/s00016-004-0235-x Hoffmann, D., & Walker, M. (March 2006).
Peter Debye: A typical scientist in an untypical time. Deutsche Physikalische Gesellschaft. Retrieved from
www.dpg-physik.de/dpg/gliederung/fv/gp/debye_en.html
Hoffmann, D., & Walker, M. (Eds.). (2011). «Fremde» Wissenschaftler im Dritten Reich. Die Debye-Affäre im Kontext. Göttingen: Wallstein Verlag.
Macrakis, K. (1993). Surviving the swastika: Scientific research in Nazi Germany. NewYork: Oxford University Press.
Mosse, G. L. (Ed.). (1966). Nazi culture: Intellectual, cultural and social life in the Third Reich. New York: Grosset & Dunlap.
Powers, T. (2000). Heisenberg’s War. Boston: Da Capo.
Rammer, G. (2012). «Cleanliness among our circle of colleagues»: The German Physical Society’s Policy toward its past. In D. Hoffmann, & M. Walker (Eds.), The German Physical Society in the Third Reich. Cambridge: Cambridge University Press.
Renneburg, M., & Walker, M. (Eds.). (1994). Science, technology and national socialism. Cambridge: Cambridge University Press.
Rispens, S. I. (2006). Einstein in Nederland: Een intellectuelle biographie. Amsterdam: Ambo. US House of Representatives Committee on Oversight and Government
Reform. (2007). Political interference with climate change science under the Bush Administration. Retrieved from www.cfr.org/climatechange/political-interference-climate-change-science-under-bushadministration-december-2007/p15079
Van Ginkel, G. (2006). Prof. Peter J. W. Debye (1884-1966) in 1935-1945: An investigation of historical sources. The Netherlands: RIPCN.
Walker, M. (1995). Nazi science: Myth, truth and the German atomic bomb. New York: Plenum.
Walker, M. (Ed.). (2003). Science and ideology: A comparative history. London: Routledge.

Bu içeriği paylaş
Önceki İçerikHarici Bir Alan Olmadan Şarj Edilebilir Kuantum Spin Pilleri
Sonraki İçerikKuantum Sensörlere Giriş
QTurkey, Türkiye’deki kuantum teknolojileriyle ilgili faaliyetler için bir iletişim ve işbirliği ağıdır. “Kuantum Programlamaya Giriş” çalıştayları düzenliyor, ilgili konulardaki ilgili öğrenciler için çalışma grupları ve toplantılar organize ediyoruz ve ülke düzeyinde kuantum meraklıları için bir buluşma alanı oluşturabilme amacıyla hareket ediyoruz.